top of page

Sanat, sanatçı ve sosyal kahve

Mahmut Coşkun



Uzun bir zaman önce, yazdığım bir yazının başından kalktım, şöyle bir turladıktan sonra telefonu elime alıp “Martılar da çok şey değil yani, güzel mi çirkin mi ayırt edilmiyor, heh” diye bir tweet attım. Sonra tekrar masama oturup yazımın son cümlesini ekledim, “Sanat, insanın yeryüzünde her zaman kendisini gurbette hissetmesidir.” Bu söz Ali Şeriati’ye aitti. İkisini de yazan bendim, aralarında bağlam kuran ilişkilendiren sonra bir biçimle anlamlandırmaya çalışan…

Bu müthiş fark edişin üzerinden uzun zaman geçti. Bir müddet sanatçının sosyal medya dili ile yazdıklarını gözlemledim. Sanıyorum el birliğiyle yazının bütün sihrini, sanatçının esrarını ayan ettik. Yazarın kullandığı kelimeler, büyük bir dünya kahvesine dönüşen sosyal medyada koz maça oynarken yarım ağız sigarasının dumanı gözünü seğirten, bir eliyle oraletini karıştırırken yan masalardaki her muhabbete laf yetiştiren kahvenin muteber, omzu düşük kabadayısından hallice değil.

Öktem Başol, senarist için, hemen her konuda fikri olmalı, der. Evet olmalı ki yüzeysel olarak geçiştirebilsin. Yazar ise bunu sosyal medyada yaparak dilini alelade hâle getiriyor. Bir bakıma, sanatçı üretim alanına dahil edebileceği konuları bir gazla geçiştirerek kendinden çalıyor. Çünkü sosyal medyada verilen tepki, konuşulan konu sanatçıyı doyuma ulaştırıyor. Mesela harika bir ders anlattığım gün genelde bir şeyler yazmak içimden hiç gelmez, çünkü edebiyat için yeterince ruhumu teskin etmiş oluyorum. Bunu yıllar içinde fark ettim. Şimdi görüyorum ki sosyal medya da sanatçılara aynı etkiyi yapıyor. Çok da lazım mıdır bilmiyorum, kanaatim lazımdır der, günlük hayatı etkileyen hiçbir şeyi eserlerde göremeyeceğiz bu gidişle. Çünkü esere sirayet etmesi gereken bu konular sosyal kahvede tükenip gidiyor. Tıpkı mahalle kahvesinde memleketi kurtardıktan sonra akşam bir eğlence programıyla dinlenmek gibi. Tabii bir de hem sanat hem kahve muhabbeti bir arada gidince söylenen her söz hedefinden sapıyor. Bir keresinde, “Ben burada o kadar yazdım kimse ciddiye almadı, hep aynı kişiler konuşuluyor, bizim sözümüzün bir değeri yok.” gibi bir cümle görmüştüm. Bunun elbette aynı yemeği yiyip çok daha fazla para ödenen mekanlarla bir ilişkisi vardır. Orada yemeğe değil kendinizi eşitlediğiniz insanlara o farkı verirsiniz. Çünkü bulunulan ortam sizi içindeki herkesle eşitler. Dolayısıyla bir çıkarım, bir felsefe, eleştiri yahut kıymetli bir söz her neyse, sosyal medyada kullanıldığında oradan herhangi bir vatandaşın gelip “yeeeaaak yeeaa” deme ihtimalini kabul etmiş olur. Yani, benim söylediklerime değer verilmiyor diyen sanatçı, günde, atıyorum, on tweet atıp sekizinde “lay lay lay lom galiba sana göre sevmeler” diyor ve ikisinde büyük sanat ideali hakkında konuşuyorsa, o ideali kim niye ciddiye alsın. Burada kastettiğim elbette bunu nasıl kullanalım vaazı vermek değil, hem bana ne, kastım sözün ağırlığının çıktığı ağızda hafiflemesi. Bir bakıma sosyal medyanın dili sanatın dili oluyor. Kalabalık her zaman bir diğerini dönüştürür.

Sosyal medya elbette bir yandan da sanatçının kendini ifşaladığı bir alan. Sanatın aşikarlığı ile sanatçının esrarını ters yüz etti. Bir şairin, sözünün kıymeti esasen şairin hayata karşı tavrının bilinmesiyle değerleniyor. “Göğü avucumda ezdim dün gece” diye bir mısra görsek, bunu kim demiş diye bakarız. Bakınca “Ya hu o ezmiştir” dedirtiyorsa söz kıymetleniyor, “Hadi canım sen de leblebidir o gök dediğin” diye söyletiyorsa sözün kıymeti de yoktur. Yazar içinse durum biraz daha farklı. Şair ayan olarak büyür, yazar sırlanarak büyür. Şairin sözü okuyanı, dinleyeni samimiyetiyle harekete geçirir çünkü şiir salt sanattır. Anında vurur. Nesir ise zamanla muhatabına tesir eder. Romanın, öykünün yarattığı atmosfer yazardan kıymetlidir. Bu bakıma yazarın kendini ifşası nesrine ait merakı bitiriyor. Şairin kendini ifşası şiirin kıymetini artırabilir de düşürebilir de. Zannediyorum çoğunlukla düşürüyor. Çünkü şiirin o duygu hâli gidip şairin Endülüs’te raks yerine Taksim’de breakdance yaptığı hatırlanıyor.

Öykülerde sosyal medya dili, sanırım böyle bir dilin varlığını artık kabul etmeliyiz, diğer türlerden daha çok yayıldı. Geyik hepimizin sevdiği, sıklıkla başvurduğumuz bir dalga. Bunu metinlerde yapmak da okur için dahi oldukça hoş olabiliyor. Fakat sosyal medya geyiği metinde çiğ kalıyor. Çünkü nesrin atmosferi sosyal medyaya uygun değil, karakter Twitter kullanmıyorsa ilk başta söylediğim “Martılar da çok şey değil” saçmalığının metinde ne işi var? Öykü dili hemen hemen tweet paragraflarına dönüşmüş durumda. Neredeyse karakter sayısını aşmasın diye kısaltmalar kullanılacak. Çiçek ismi bilmiyorsanız, öykü de yazmayın diyecek hâlim yok tabii (desem komik olurdu aslında) ama Türk edebiyatına Türkçe edebiyat denmesine karşı durmaktan daha etkili bir yöntemdir dile sahip çıkmak. Bu siyasi atmosfer içinde de mevcut, birkaç yayınevinden çıkan kitaplarda dikkatimi çeken sözcükler sürekli feminizm, lgbt… Buna bir çözüm yahut değerlendirme de yok, sadece o alanda geçen kavramlarla geçiştirilen öyküler var. Diğer bir yandan çıkan kitaplarda ise kimseye bir şey olmuyor, kimse kimseye karışmıyor, bu dünyadan değil sanki, hatta bir “yerden” değil.

Öte yandan komiklik de metinlere yerleşmeye başladı. Aslında mizah bizim topraklarımızın her alanında var, bunu öyküde görmek beni mutlu ediyor fakat like mizahını öyküde görünce sayfayı sessize almak istiyorum. (Evet sayfayı sessize almak dedim.)

Roman, şiir ve öyküye göre sosyal medya diline karşı daha avantajlı. Uzun metinde birkaç yerde rastlarsanız o ucube dile, rahatsız etmeyebiliyor. Fakat sadece kelime seçimlerinde avantajlı kalıyor. Doğası itibarıyla roman, politiktir. Politik her şeyi sosyal medyada tüketmek, romanın itlafına yol açarken onu sadece bir böğür sancısına dönüştürüyor. Kafka, yani diyeyim ki kafkaesk romanları dahi politik bir tavır içindedir, her varoluş toplumla yahut özbenle mücadele eder. Özbeni de yine toplum hapseder. Dolayısıyla romancı sosyal medyada verdiği özben kavgasını ve politik tavrını tüketince romanına nerede geçtiği, ne anlattığı belli olmayan bir acı tezahürü sirayet eder. İster fantastik ister polisiye ister realist ister modernist olsun romanda her zaman hayatın parçaları vardır. Yüzüklerin Efendisi’ni, kişisel bir değerlendirme yaparak söylüyorum, modern bir mitoloji, bir destan olarak görüyorum. Orta dünyadaki bu güç savaşları ve iktidar kavgasını 21. yy. dünyasından farklı düşünebilir misiniz? Sauoron’un kapitalist bir ABD’den ne farkı var?

Romancı kahvede gözlem yapar, kahvenin bizatihi kendisi olmaz. Roman da bir hususi böğür sancısının haykırışından ziyade böğür neden sancır onu anlatır. Tabii bundan kurtulmanın en iyi yanı (hadi bunu da söylemiş olayım) tarihî bir roman yazmaktır. Nasılsa iki yüz yıl önceki insanın psikolojisi yoktu. Canları dahi sıkılmıyordu. Halbuki “Göğsünü genişletmedik mi?” tam da bunu anlatıyordu ya neyse.

Sanatçının sosyal kahve macerası hayatı metinden çıkardı. Dur bakayım nasıldı o şarkı sözü “Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir.” Acıları, bağırışları, kavgaları, sevinçleri sosyal medyada çeken sanat da biraz eksiktir.

Velhasıl, biz sanatçılar insan olarak en yakınlarımıza açtığımız yaralarımızı, çiçeklerimizi kahvede açınca “Hele Çopraşıklı Ali’ye yazık olmuş” denilip okeye dönülen kahvenin dumanında bir timeline akışına heba ediyoruz.

Yazı gelince söz nasıl değiştiyse sosyal medya gelince dil de değişti. Belki de bundan sonra sanat, sanatçı ve toplum ilişkisi böyle gidecektir. Benimkisi tarihe not. Gideyim bir story atayım da “Nabers, bizi özlediniz mi?” yazayım.

bottom of page