top of page

İslam sanatı: Tevhid sanatı

İslam medeniyeti bugün artık büyülü, egzotik, geçmişte kalmış bir imgeden ibaret değil.

· Hakan Arslanbenzer ·


Mushafü'l-Azrak veya Mavi Kur'an. 9-10 yüzyıllar Tunus'u veya Kurtuba'sına ait kabul ediliyor.

İslam sanatı, kadim bir vakıaya işaret eden modern bir isimlendirme. İslam sanatının şaheserlerini ortaya koyan deha sahibi sanatkârlar bu deyimi kullanmıyorlardı. Zira onların yaşadığı dünyada her şey İslam’ın içindeydi. İslam’a zıt olan şeyler makul ve meşru dünyanın da dışında kabul edilirdi. Bu anlamda İslam, Müslüman sanatkârların yaptıkları işin hem ruh kökünü hem de sosyal çerçevesini, kavramsal çatısını oluşturuyordu. Sanatla ilgili ayrımlar dinî, etnik veya siyasi değil; daha çok biçimler ve üsluplar hakkındaydı.

İslam sanatı terimi, İslam kültürü ve İslam medeniyeti gibi ayırt edici başlıkların doğal bir sonucu. 18-19. yüzyıllar Avrupa sanatındaki egzotizm ve oryantalizm akımlarıyla birlikte yeni bir kültürel inceleme türü de ortaya çıktı. Bu çalışmaları yürüten oryantalistler kendi araştırma alanlarını oluşturan Doğu’yu Batı’dan mutlak surette ayırma eğilimine sahiplerdi. Ayrıca Batı medeniyet, kültür ve sanatının üstünlüğüne inançları tamdı. Onlar için büyük harflerle yazılan Medeniyet doğrudan doğruya Avrupa medeniyeti anlamı taşıyordu. Aynı şekilde kültür ve sanat için de bu söylenebilir.

Batı’nın üstünlüğü kaziyesine derinden bağlanmış oryantalistler, diğer yandan da İslam ve Doğu’yu inceledikleri için yaşadıkları bu çelişkili durumun baskısıyla inceleme nesnesini daraltma ve kalıplara oturtma yolunu tercih edeceklerdi. İslam medeniyeti veya İslam kültürü bugün çoğunlukla olumlu çağrışımlara sahip terimler olsa da başlangıçta belli ön yargıları haiz bir dar kafalılığın izlerini taşıyordu.

Geçen yüzyıllar boyunca oryantalist çalışmalara yerli çalışmalar da eşlik etmiş, her türden tartışma yaşanmış, çoğunlukla oryantalistlerin sebep oldukları pek çok yanlış düzeltilmiş, başlangıçtaki zihinsel bulanıklık ve araştırma nesnesini dar kalıplara sığdırma eğilimi bir nebze ortadan kalkmış ve netice olarak bugün, tüm azamet ve ihtişamı içinde İslam medeniyetinin ilk dönemin amatör oryantalistlerinin dar kalıplarına sığmayacağı tüm dünya bilim kamuoyu tarafından anlaşılmış bulunuyor. İslam medeniyeti bugün artık büyülü, egzotik, geçmişte kalmış bir imgeden ibaret değil. Özü ve unsurları bugün de yaşayan, etkileri itibarıyla hem coğrafi hem de tarihi anlamda çok geniş bir alana yayılmış olan, ciddi araştırmalarla da büyüsü kısmen de olsa çözülmüş büyük bir vakıa.

Öte yandan İslam medeniyeti kavramının bugün vardığı kabul düzeyi, ciddiyet ve özenin İslam sanatı için bire bir uygulandığı tam olarak söylenemez. İslam sanatı hakkında eldeki eserlerin önemli kısmında “İslam sanatı var mıdır?” sorusuyla başlamak adeta gelenekleşmiştir. Bugün İslam sanatının varlığı az çok tartışılır olmaktan çıkmış durumdadır. Ne var ki, İslam sanatına yönelik itirazların hatırası henüz tamamen silinmiş değildir.

Bu itirazları üç başlıkta toplamak mümkündür:

Birincisi, İslam’ın coğrafi genişliğine karşılık gelebilecek bir İslam sanatının olmadığı yahut olamayacağı fikridir. Dönemsel, bölgesel, nesnel farkların altını çizen bu itiraza İslam sanatı incelemelerinde sıkça rastlıyoruz. Morfolojik, yani dış biçime ait farkları mübalağa eden bu itiraz, sanat eserlerini yapı ve öz açısından gözden geçirmeme kusurunu da içinde barındırıyor. Oysa dış biçimin hemen altına inildiğinde İslam eserlerinin ortak ilkelerine ulaşmak çok zor değil. İslam sanatını savunanların yaptığı da bundan ibarettir. Yoksa Emevilerden kalma bir freskle Safevi dönemi bir İran halısının veya Osmanlı şifahanesinin aynı şey olduğunu kimse söylemiyor.

İkinci itiraz, etnik çeşitlilik üzerine kurulu. Buna göre İslam sanatına katkı yapan Türkler, Araplar, İranlılar, Berberiler vb. kendi aralarında gözle görülür etnik farklılıklara sahip oldukları için yaptıkları da aynı olmayacaktır. Ayrı ayrı Berberi sanatından, Türk sanatından ilh. söz etmek gerekir. Bu itirazın mantığı yerinde değildir. Zira İslam dünyası tarih boyunca coğrafi bölgelere veya etnik gruplara göre değil siyasi hanedanlara göre örgütlenmiş ve kendi içinde farklılaşmıştır. İslam sanatını bölümlere ayıracak olsak bile bu ırklara göre değil, siyasi birliklere göre şekillenecektir. Ki bugün mesela bir Selçuklu sanatından veya Memluk sanatından söz ettiğimizde kavram karmaşası ortaya çıkmamaktadır. Zira tarih boyunca sanatı himaye edenlerin başında İslam devletleri geliyordu. İslam sanatı, esas olarak bir şehir sanatıdır ve İslam şehirleri de daima devletlerin siyasi teşkilatlanmasının merkezleri konumundaydı.

Üçüncü ve en zayıf itiraz ise İslam öncesi medeniyetlerin etkileriyle İslam dünyasındaki zimmilerin İslam sanatına katkılarını öne çıkarır. Mimariden müziğe İslam sanatlarının birçok eserinde Müslüman olmayan unsurların emeği olduğu biliniyor. Ayrıca İslam sanatı ortaya çıkarken coğrafi ortama göre İslam’dan önceki medeniyetlerin eserlerinden esinler taşımıştır. Bu iki durum İslam sanatını müdafaa edenler tarafından da hiçbir zaman inkar edilmemiş hususlardır. Ne var ki burada İslam sanatına itirazı olanların abartıya düştükleri anlaşılıyor. İslam öncesinden alınan etki ve esinler ile zimmilerin emekleri neticede genel yapının içinde eritilebilmiş, ortaya çıkan güçlü eserlerin mayasına karışmış insani etkiler mesabesinde kalmıştır.

Great Mosque of Djenné, الجامع الكبير في جينيه,
Cami-i Kebir; Cenne, Mali.

İslam sanatı tevhid sanatıdır

Genel çerçevesini çizip zaaflarını da belirlediğimiz bu itirazları bir tarafa bırakacak olursak, İslam sanatının genel özelliklerinden söz etmeye başlayabiliriz. Burada üç başat özellik dikkati çeker:

1) İslam sanatı tevhid sanatıdır. İçinde taşıdığı, bir parçası olduğu, çerçeve itibarıyla etkileşim içinde olduğu her şeyi birleştirip bütünleştirir. Aslında İslam sanatının içinde de zıtlıklar, farklılıklar ve çeşitlilikler çoktur. Fakat “Her şey zıddıyla kaimdir,” hikmetine bağlı olarak İslam sanatı bunları bir çatışmaya değil, uzlaşma ve beraberliğe götürür. İslam sanatında yer yer hem disipline hem de sezgiselliğe, göçebelikten veya şehirlilikten gelme unsurlara, sadelik ve karmaşıklığa, düz çizgilere ve eğrilere yan yana iç içe rastlarız. Öte yandan, bütün bu çoğulluk “bir”de bütünleşir.

2) İslam sanatı içinde kozmolojik bir denge taşır. Sanatımızda her şey yerli yerindedir. Yabancı bir gözün önemsiz veya ilgisiz zannedebileceği bir motif veya figür bile tevhid ilkesine bağlı olarak bu dengenin içinde kendine yer bulur. Rastgele gibi görünen irticali dokunuşlar bile esas planı bozmaz; belki hareketli kılar. İslam sanatı, canlılığı içinde sahip olduğu tamlığı bu kozmolojik dengeye borçludur. Çokça dile getirildiği gibi İslam sanatında drama yoktur. Zira unsurlar kendi başlarına var olamaz. Tüm çeşitlilikleri içinde bir gizli bağla hepsi birbirine bağlanmıştır. Dramada ise karakterler veya unsurlar, birbirinden bağımsız ve birbirine karşıt pozisyonlarda olmalıdır. Zaten drama böyle bir çatışmadan doğmaktadır.

3) İslam sanatı doğayı taklit etmez. İslam eserlerinde mimetik ve figüratif klişeler geçerli değildir. Bundan yola çıkarak İslam sanatının yokluğuna hükmedenler olmuştur. Bu insanlar, sanatı dört unsurun (insan, hayvan, bitki ve cisim) bire bir resim, heykel vb. yollarla taklit edilmesi olarak anladıkları için böyle yorum yapıyor elbette. Oysa sanat, insan elinden çıkan, güzel ve orijinal olan her şeydir. Bunun doğanın kopyası olması gerekmez. İslam sanatında da doğa yok değildir, fakat put yerine konmaması için mimetik olmaktan çıkarılmıştır. Tasvir yok değildir, fakat bire bir temsil yerine telmih üzerine kuruludur diyebiliriz. Esere baktığımızda, anlamın biçimin önünde olduğunu görürüz. Sultan, arslan yahut güneş gösterilir, ama aynıyla resmedilmez. Eser üstündeki figür ve motiflerin ruhları varmış gibi bir canlılığa bürünmelerine müsaade edilmez. Burada eser izleyicisinin tasavvuru serbest bırakılır.

Özet olarak ifade etmeye çalıştığımız bu özelliklerin her üçünün tevhidde bir kere daha birleştiği gözden kaçmıyor. Birlik bütünlükle ilgili iki çerçevemiz daha var. Birincisi, İslam sanatının kendi içinde bir evrenselliğe, bir homojenliğe sahip olmasının nedenleri. İkincisi de birliği sağlayan bileşenler yahut dış koşullar.

İslam sanatı homojen bir yapı arz eder. Bunun en önemli sebebi, mimariden tezyinata, edebiyattan musikiye sanatta kutsal ve din dışı gibi bir ayrım olmamasıdır. Cami için kullanılan bir yapı özelliği han, saray, ev için de kullanılabilir. Hayatın genelinde olan bir şeydir bu. Mesela bir Müslüman için çeşme din dışı bir yapı değildir. Çeşme, insanlar gelip geçerken susuzluklarını gidersin diye yapılmış bir hayrattır. Başka bir deyişle hem dinî bir anlamı vardır hem de sivil bir yapıdır.

İslam sanatının coğrafi genişlik, tarihsel uzunluk ve etnik çeşitliliğe rağmen kendi içinde bir evrenselliğe sahip olmasını sağlayan önemli sebeplerden biri teknik ve kalıpların farklı malzemeye uygulanabilmesidir. Mesela hat, sadece kağıda veya ceylan derisine özgü değildir. Taş veya mermer üzerine de hat yazılır. Dahası Kur’an-ı Kerim ayetlerini taşıyan hat levhalarına cami içlerinde veya kapı üstü kitabelerde rastlarız. İslam sanatının hemen hiçbir işi belirli malzeme veya mekanla sınırlı kalmadığı için usuller de çok daha kolay yaygınlaşabilmiştir.

Diğer bir sebep de sanat ve sanatkârın anonimliğidir. Müslüman sanatkâr tevazu içindedir ve benliğiyle öne çıkmaz. Bu sayede de sanata mahsus kaliteler belli kişiler ve akımlarla sınırlı kalmaz. Eser sahibinin şahsen bilindiği durumlar da bunu pek değiştirmez. Mesela mimarlar ve şairler adları veya mahlaslarıyla bilinir, fakat eserlerinin yaygınlığı isimlerinin yaygınlığından fazladır. Mimar Sinan’ın biyografisi birkaç sayfayı geçmez, eserleri hakkındaki bilgi ve yorumlar ise kendi başına bir kütüphane oluşturur.

İslam sanatının kendi iç evrenselliğinin nedenlerini sıraladık. Şimdi de bu birliği sağlayan bileşenlere bir göz atalım:

1) İnanç bileşeni. İslam tüm medeniyet yapılarına şekil ve anlam kazandıran normatif bir belirleyiciliğe sahiptir. Temelde Kur’an ve sünnetle belirlenen çerçeve, tüm İslam dünyası için geçerli olduğu gibi Müslüman sanatkârın zihniyetini ve eserlerin yapım ve kullanım biçimlerini de belirler. Müslüman kendinin kim olduğunu, nerde nasıl durduğunu ve ne zaman ne yapacağını dininin ona sağladığı görüş açıklığı sayesinde bilir ve işini buna göre yapar; eserini de buna göre ibda eder. Böyle olunca da İslam sanatına ait ürünler arasında da sessiz ama çok güçlü bir bütünlük fikri göze çarpar. Bu bütünlük, bir eserle karşılaştığımız zaman onun İslam’a, Müslümanlara ait bir eser olup olmadığını anlamamızı kolaylaştırır.

2) Sosyal bileşen. İslam toplumunun mobil yapısı sanat usul ve eserlerinin İslam ülkeleri ve şehirleri arasında transferini hızlandırmış ve yoğunlaştırmıştır. Tarihin bize öğrettiği özellikle ticaret, ilim ve sanat adamlarının İslam coğrafyası içinde çok seri hareket ettikleri yolundadır. Bunda biçimi ister hilafet ister saltanat olsun, Müslüman yönetimlerin bu insanların serbest dolaşımına imkan sağlamasının, desteklemesinin payı da söz konusudur. Bir tüccar Orta Asya ile Akdeniz yahut Anadolu ile Mısır arasında dolaşıp işini yaparken çoğu zaman bir problemle karşılaşmıyordu. Bir yerde bir hanedan güçlenip yeni bir devlet kurunca ilk hamlesi yakın veya uzak coğrafi bölgelerin önde gelen ilim ve sanat insanlarını ülkesine davet etmek oluyordu.

3) Dil bileşeni. Arapça, Farsça ve Türkçe İslam dünyasının birliğini sağlayan diller. Bu dillerden herhangi biriyle Hint denizinden Akdeniz’e kadar ulaşmak mümkün olabiliyordu. Özellikle Kur’an ve sünnetin dili olan Arapçanın birliği sağlamada özel ve öncelikli bir yeri vardır. Arapça Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin dili olduğu kadar ilim, ticaret ve edebiyatın da diliydi. Resmi dili Arapça olmayan veya halkı Arapça konuşmayan İslam devletleri dahilinde bile Arapça okuyup yazabilen çok sayıda alim yaşıyordu. Nihayet, Kur’an ve sünnetin yaygınlaşmasına paralel olarak Arapça İslam topluluklarının dillerini de ciddi oranda etkilemiştir. Bugün bile Türkçe, Farsça gibi dillerin kelime ve kavram hazinesinin azımsanmayacak kısmı Arapça kökenlidir. Ayrıca İslam estetik ve belagatinin temel dili de Arapçadır. Buhara ve Semerkant’tan Kurtuba ve Gırnata’ya kadar muazzam genişlikte bir coğrafyayı etkileyen Arapça, bu sayede uzun yüzyıllar İslam medeniyet ve sanatının birliğini sağlayan temel bileşenlerden biri oldu.

Niğde Grand Mosque, port with muqarnas
Niğde Ulu Camii mukarnaslı giriş kapısı.

Doğuş çağı: Asrı Saadet

Her medeniyetin bir doğuş çağı ve yeri vardır. İnsanın çocukluğuna benzetilebilecek bu doğuş çağı, aynı zamanda sonradan ortaya çıkacak karmaşık yapıların ilk modellerinin belirdiği zamanlardır. İslam’ın doğum yeri Mekke ve Medine merkezinde Hicaz, doğuş çağı ise Peygamber Efendimiz (sas) ve Ashab-ı Kiram’ın (ra) yaşadıkları yıllardır. Asrı Saadet İslam sanatının da beşiğidir.

Asrı Saadetin birinci özelliği Kur’an’ın nazil olması ve Hz. Muhammed’in (sas) risaletidir. Bunlar öğreti olarak bir kenarda kalmamış, hayata doğrudan yansımış olmalarıyla İslam’ın birçok din, fikir ve medeniyetten ayrılmasını sağlamıştır. Peygamberimize (sas) Cebrail’in getirdiği her vahiy ilk Müslümanların karakterini derinlemesine belirliyordu. Çizgiler çok açıktı. Belirsizliğe yer yoktu. Ashab, kafalarını kurcalayan her şeyi Peygambere (sas) aracısız danışabiliyor; öğrendiklerini de hemen uygulamaya sokuyorlardı. Hicaz’dan bütün dünyayı etkileyecek bir güneş doğuyordu.

İslam medeniyetine ait hemen hemen her unsurun izi Asrı Saadete kadar sürülebiliyor. Bu yargı, güzellik kavrayışımız ve sanat telakkimiz için de geçerlidir. Kur’an’ın Tin suresinin 4. ayeti, güzelliğin insanın yaratılışından başladığını belirler: “Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” Bir muştudur bu, insana umut verir. Arkasından bir uyarı gelir: “Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” Bu da korkutucudur. Kur’an’ın yapısında bu umut-korku dengesi geneldir. İnsanın yaratılışça güzel olduğu, fakat dini inkar ederse devrilip yerle bir olacağı birçok ayetle sabittir.

Tegabun suresinde ise Allah’ın (cc) güzelliğinden söz edilir: “Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı yücedir.” Bu, bazı hadislerde de açılımını bulur. Tirmizi’nin hadis derlemesinin Edep bölümündeki bir hadiste “Allah temizdir, temizliği sever; güzeldir güzelliği sever; merhametlidir, merhameti sever; cömerttir, cömertliği sever.” buyuruluyor. Burada dikkati çeken şey, bugün etik ve estetik diye ayırmaya eğilimli olduğumuz şeylerin bir arada ve bir bütünlük içinde anılmasıdır. Demek oluyor ki Kur’an ve sünnet için iyilik, doğruluk ve güzellik tek bir bütünün parçalarıdır.

İslam’ın doğuşundaki bu fikrin sanatı nasıl etkilediği üzerine biraz düşünülünce, bugün daha çok süslemelerine dikkat ettiğimiz, bütünlüğünü gözden kaçırarak teknik ayrıntılarını hayranlıkla izlediğimiz eserlerin paylaşım, bölüşüm ve cömertlikten ayrı olamayacağını görürüz. Osmanlı padişahları ve saray çevresi tasvirlerde en çok şenlik ve cülus gibi olaylar içinde, yani halkla bir araya geldikleri günlerin havası içinde gösterilir. Hatta şenlik ve cülusun kendileri de birer sanattır, diyebiliriz; törensel sanatlar. Buralarda hedef eli açık olmaktır. Nakkaşın hedefiyse sultanın cömertliğini, halkla iç içe oluşunun remzini ortaya koymaktır. Güzellik çünkü iyilik olmadan bir anlam ifade etmez.

Peygamber (sas) ve ashabının hayatı elbette sultanlarınkiyle kıyas edilemeyecek derecede sadeydi. Halk-seçkinler gibi bir ayrım söz konusu değildi. Bundan dolayı doğuş çağında tekamül etmiş sanat eserlerinden söz etmeye yer yoktur. Asrı Saadet sonradan üstüne konacak muazzam yapının zihin ve kalbe ait, maksat ve usule ait temellerini atmıştır. İslam’la beraber İslam sanatının da özü Peygamberimiz (sas) ve ashabının geçmişten bugüne tüm Müslümanların rol modeli olmuş olan hayatlarında ortaya çıkmıştır.

Islamic calligraphy by Sheikh Hamdullah
Şeyh Hamdullah'a ait levha

Kâ’be: Kalp

İslam sanat ve tasavvufunda Kâ’be remzi kritik önemi haiz. Öncelikle Kâ’be’nin merkeziyeti bugün de yaşamaya devam eden pratik bir ibadet meselesidir. Dünya yüzünde Müslümanlar günün beş vakti namazda kıbleye, yani Kâ’be’ye yöneliyorlar. Her yıl milyonlarca Müslüman hacca gidip Kâ’be’yi tavaf ediyor. Diğer yandan da Kâ’be İslam sanat ve düşüncesinin temsili merkezi olma özelliğini koruyor. Buna biraz yakından bakalım.

Kâ’be Kur’an’da açıkça “insanlar için kurulan ilk ibadet evi” olarak tanımlanır. Âl-i İmran suresinin 96. ayetinde Kâ’be’nin “âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı” olduğu da buyuruluyor. Kâ’be’nin sade yapısı üzerinde yükselen bu derin anlamlar onu İslam yaşayış, düşünce ve sanatında özel ve önemi tartışılmaz bir yere koymuş oluyor. Doğrudan Allah’ın (c.c.) vahyiyle Kâ’be diğer binalardan ayrılıyor.

Kâ’be, aynı zamanda Mescid-i Haram’dır. Kâ’be ve Kâ’be çevresine kurulan Mekke’de şiddetin her türlüsü yasak edilmiştir. Demek ki burada rahmet soyut bir fikirden ibaret değildir. Kendinde ve çevresinde şiddetin yokluğuyla birlikte Kur’an diliyle muştulanan rahmet pratik bir gerçekliğe, uyulması farz olan bir emre dönüşüyor.

İlk olma, merkezde olma, yoğun anlamlarla yüklü olma gibi özellikleri bulunan yapıya dönüp baktığımızda şaşırtıcı bir sadelikle karşılaşıyoruz. Kâ’be, ismiyle müsemma, yani küp şeklinde, dört duvardan oluşan basit bir yapıdır. Buna bugünkü anlamda sanat demek mümkün görünmüyor; bunun yerine sanat-öncesi veya ön-sanat demek daha doğru olur belki. Dolayısıyla Kâ’be’ye yüklenen anlamlar içkindir ve şekle ait olmaktan uzaktır. Her ne kadar Kâ’be aynı zamanda insan elinden çıkma eserler arasında ibadet yükümlülüğü içinde olduğumuz tek yapı olmuş olsa da. Burada taşa değil Allah’a (c.c.) secde edildiği unutulmamalıdır.

Kâ’be’yi Hz. İbrahim’in (a.s.) tevhide ulaşma macerası / mücadelesi olmadan yorumlamak mümkün değil. Kur’an’da vazıh surette anlatıldığı gibi Hz. İbrahim (a.s.), neye inanıp ibadet edeceği konusunda bir süreç yaşamış ve kainatta bulunan nesne ve simgelerin yetersizliğini görmüş, kainatı yaratan Allah’ı (c.c.) idrak etmiştir. Tevhidi yenileyen peygamber Hz. İbrahim’in (a.s.) aynı zamanda tevhide ait ibadetin yani namazın da merkezi olan Kâ’be’yi yeniden yapan kişi olması manidardır. Bunun İslam’ın kendini öncesi olmayan yeni bir din olarak değil, Hz. Adem’den (a.s.) beri devam eden, Hz. Nuh (a.s.) ve Hz. İbrahim tarafından yenilenen tevhide dayalı tek din olarak ifade etmesiyle de doğrudan bağlantısı vardır.

Kâ’be “küp” anlamındadır ve küp de merkez fikriyle alakalıdır. Kâ’be’nin dört köşesi dört yönü işaret eder. Merkeziyet fikrini ispat eden bu deliller, Kâ’be’nin daha sonraki yüzyılların İslam sanat ve düşüncesinde izi sürülen bir temsil haline gelmesinde rol oynamış görünüyor. Kâ’be, namaz ve hac vasıtasıyla Müslümanlar açısından her şeyi birleştiren şeydir. Bu da düşünce ve sanata doğrudan yansımıştır.

Bu merkeziyet, merkezdeki sadelik ve boşluk örneğinin izleri İslam sanatının geneline de yayılmıştır. Mimari yapılar, yazma eserler, hatta şiir bile Kâ’be’yi model alan bir evin (beyt), etrafında kurulmuştur. Müslümanlar, uzun yüzyıllar evlerini bile tek merkezi odanın etrafına zaman zaman eklenen ikincil odalar şeklinde yapmışlardır. Klasik İslam şiiri önce bir beyit yazıldıktan sonra bu beytin vezin, kafiye, redif ve anlam düzenine göre başka beyitlerin yazılması şeklinde tasarlanmıştır.

Özetle İslam sanatında merkezsiz yapı yoktur diyebiliriz. Merkez ise boşluk ve sadeliği içinde insanı madde dünyasından alıp yüceliğe doğru götürür. Beş vakit namazda Kâ’be’ye döndüğümüzde taşa, duvara veya köşeye değil hem tüm kainatta hem kalbimizde bulunan Allah’a (c.c.) dönmüş oluyoruz. Kalbimiz vücudumuzun Kâ’besi, Kâ’be ise İslam’ın toprak üzerine kondurulmuş kalbi olmuş oluyor.


Furkan: Hakikatin adresi

İslam’da merkez fikri kelimeler yahut söz açısından da geçerlidir. Kur’an-ı Kerim tüm söz ve anlamın merkezidir. Hat, tezhip, musiki, hatta mimari gibi birçok İslam sanatının Kur’an’ın emirleri, terimleri, okunuşu ve yazılışı üzerinden doğması boşuna değildir. Kur’an, bir Müslüman için hem kutsal hem hayatın somut bir parçasıdır.

Güzellik anlayışımızın Kur’an ayetlerinden neşet ettiğine değinmiştik. İnanç ve düşüncenin temel meselesi olmanın yanı sıra sanatı kuşatan hakikat açısından da Kur’an-ı Kerim merkezdedir. Kur’an furkandır; yani iyiyle kötüyü, güzel ile çirkini, doğruyla yanlışı ayıran.

Hakikat İslam açısından bir felsefi veya mantıksal doğruluk meselesiyle sınırlı değildir. Hakikat varlığın mahiyeti, olanın asıl anlamıdır. Bunun için İslam sanatının kökeni ne önceki medeniyetlerden edinilmiş teknik ve biçimlere ait esintiler ne gelip geçici sanatsal eğilim ve zevklerde aranmalı. İslam sanatının ruh ve anlamı hakikatte temelini bulur. Bu anlamda hakikat her şeyin başındaki ilke olan tevhidin de açılımıdır.

Hakikat doğadan ibaret değildir. Kur’an doğaya bakıp akletmemizi ister. Akletmek fizik ve kimyaya ait kaideleri açığa çıkarmaktan ibaret olamaz. Bu işin bir yönüdür. İslam aklı, bir şeyin tam olarak ne olduğunu kesin bir bilgiyle anlamak anlamındadır. Böyle bir hakikate dayalı sanat eserinin doğayı bire bir taklit etmeye ihtiyacı kalmayacaktır.

Kur’an’daki kıssaların, genel olarak ibret ve alametlerin İslam sanatında sıklıkla karşımıza çıktığını görüyoruz. Bu basit bir hikaye anlatma zevkiyle açıklanamaz. Kur’an kıssaları tarihi aşarak tüm zamanlar için geçerli ibret öykülerine dönüşür. Bu zihniyet, Kur’an’ın hakikatin ifadesini bulduğu yer olmasından doğuyor elbette. Kur’an’a Müslümanlar o kadar bağlıdırlar ki çocuklarının isimlerini dahi klasik Arapça isimlerinin yanı sıra Kur’an ayetlerindeki kelimelerden çıkarmışlardır. Netice itibarıyla İslam sanatının Kur’an’sız düşünülemeyecek olmasına şaşırmamak gerekir.


Hz. Muhammed (sas): Güzel ahlak

Sanat eseri işlenmiş madde olsa da onu işleyen ve kullanan insandır. İslam sanatının arkasında da Peygamber’de (sas) mükemmel örneğini bulan bir insan anlayışı yatıyor. Ahlakla estetiğin bütünlüğüne dikkat çekmiştik. Bu, Peygamber’in (sas) karakterinde bütünlenmiştir.

Peygamber Efendimiz (sas) “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” buyuruyor. Burada, hiç olmayan bir şeyin getirildiği söylenmiyor. Olan, fakat eksikleri bulunan bir şeyin tamamlandığı söyleniyor. Bunun genel bir tavır olduğunu söyleyebiliriz. İslam, kendinden önceki şeyleri iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, faydalı-zararlı olarak ayırdı ve uygun olanları tamamlayarak devam ettirdi. Müslüman sanatkârların önceki medeniyetlerin eserlerinden etkilenirken belli bir noktaya kadar neden o kadar serazat davrandıklarının sırrı da böylece çözülmüş oluyor.

Müslüman sanatkâr Peygamberin (sas) ahlak yüksekliğine kendisi erişemese de (ki erişemeyeceği muhakkaktır) eseri aracılığıyla güzel ahlaka ait bir işaret ortaya koymuş olur. İslam eserlerindeki tevazu, kozmolojik tamlık, doğayla uyum, kuşkudan ari olmak, çirkinliğe asla yer vermemek vb. genel tavırlar daima Peygamberin (sas) şahsiyetine duyulan bağlılık ve onu insanlığın zirvesi olarak görmenin sonucudur.

Kutubiyya Mosque, جامع الكتبية, Marrakesh, Morocco, Mosquée Koutoubia
Kutubiyye Camii, Marakeş-Fas.

Cami ve külliye: İslam estetiğinin sosyal çevresi

Anlattıklarımızdan İslam sanatının insansız, toplumun dışında kalan, seçkinci bir sanat olmadığı az çok ortaya çıkmış olmalı. Bunun temel nedeni İslam’ın bir cemaat hayatı üzerine kurulu olmasıdır. Hangi hilafet veya saltanatın idaresi altında, hangi mezhep veya mesleğe bağlı olursa olsun Müslümanlar, yüzyıllardır camide cemaat olmayı terk etmemede ısrar gösteriyorlar. Bunun hem nedeni hem sonucu olan şeylerin başında mimari yapılar ve şehirleşmenin merkezinde de yer alan cami-külliye yapıları gelir.

Cami bugün namaz kılınan her mekana verilen bir ad olsa da tarihte sadece cuma namazı kılınan mescitlere cami deniyordu. Cami, İslam’ın toplumları şehirleşme yönünde evirdiğinin başlıca göstergeleri arasındadır. Geleneksel olarak cuma namazı, kaza mevkiinde yani kadının bulunup görev ifa ettiği hukuki birimde kılınır.

İslam bir şehir dinidir ve şehirlerin merkezi yapıları da dini, ilmi, sosyal yapılardır. Sanat yönünden baktığımızda İslam şehir mimarisinin saray, kale vb. yapılardan ziyade cami ve külliyeler merkezinde oluşup geliştiğini görüyoruz. Burada, İslam sanatının işlevselliği bir kere daha öne çıkıyor. Yüzyıllar boyunca mimarinin liderliğini sürdüren cami, Kâ’be’nin İslam’ın ve Müslümanların tamamı için gördüğü işlevi bulunduğu şehirde gerçekleştirmiş ve her şeyi ve herkesi kendinde toplayan ana merkez olmuş oluyor. Bu anlamda İslam şehirlerinin kalbi camilerdir dersek abartmış olmayız.

Camiler şehirlerin ebadı büyüdükçe külliyelerle daha geniş bütünlere dönüşmüştür. Devletin güçlenmesi, nüfusun artması, böylece şehir halkının ve şehre gelenlerin ihtiyaçlarının çoğalması neticesinde cami çevresinde örgütlenen medrese, şifahane, hatta arasta gibi mimari kompleksler adeta şehir içinde kendine az çok yeterli küçük şehircikler meydana getirir oldu.

Bunun ilk modeli de kuşkusuz Medine’dir. Medine’de Peygamber Efendimizin (sas) bizzat inşa ettirdiği Mescid-i Nebevi hem Ashab-ı Kiramın namaz kıldığı yer hem de toplantıların yapıldığı, yoksulların yardım aldığı, talebelerin yetiştirildiği; aynı zamanda Sevgili Peygamberimizin (sas) ailesiyle birlikte ikamet ettiği ilk külliye olma özelliğini haizdir. Peygamberimizin (sas) yanı sıra Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer’in (ra) mezarları da buradadır, ki bu bölüme Ravza-i Mutahhara adı verilir.

Özet olarak söylemek gerekirse, İslam’ın sosyal hayatı kutsal ve dindışı olarak ayırmamasının, Müslümanlara ait her işin kendine yeterli bir cemaat hayatının içinde düşünülüp gerçekleştirilmesinin hem sonucu hem bu durumu daha da pekiştiren bir durum olarak, cami ve külliye İslam sanatlarını da kendinde toplayan temel yapı birimi hüviyetini kazanmıştır. Kur’an ve sünnetin geniş toplum kesimlerine ve yeni nesillere öğretilip uygulamaya geçirildiği, ticaretten kültüre, bilimden sanata Müslümanların yaptıkları işleri de İslam ilkelerine göre ilk kapıyı aralayan hep cami olmuştur.

 
KAYNAKLAR

Ahmed Mohammed Issa-Tahsin Ömer Tahaoğlu, eds., Islamic Art: Common Principles, Forms and Themes, Proceedings of the International Symposium held in Istanbul in April 1983, Damascus: 1989

Anadolu’da İslâm Kültür ve Medeniyeti, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2. bs., Ankara: 2008

Ayşe Taşkent, Güzelin Peşinde: Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd’de Estetik, İstanbul: 2012

Barbara Brend, Islamic Art, Harvard University Press, 1992

Başlangıcından Bugüne Türk Sanatı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara: 1993

Celâl Esad Arseven, Türk Sanatı, İstanbul: 1973

David Talbot Rice, Islamic Art, London: 1986

Doğan Kuban, Türk ve İslam Sanatı Üzerine Denemeler, İstanbul: 1995

Esin Atıl, “Sanat ve Mimari”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Hazırlayan: Ekmeleddin İhsanoğlu, İstanbul: 1999, 2. Cilt, s. 445-480

G. Fehervari, “Sanat ve Mimari”, İslâm Tarihi, Kültür ve Medeniyeti, çev. İrfan Pamuk – Enver Pamuk, Hazırlayan: P. M. Holt-A. K. S. Hamilton-B. Lewis, Yayın Yönetmeni: İsmail Kıllıoğlu, 2. bs., İstanbul: 1997, Cilt 4, s. 245-313

Gabriele Mandel, İslam Sanatını Tanıyalım, çev. Solmaz Turunç, İstanbul: 1982

Geleneksel Türk Sanatları, Hazırlayan: Mehmet Özel, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara: 1993

Hilmi Ziya Ülken, İslam Sanatı, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Yayınları, İstanbul: 1948

İlhan Özkeçeci, Doğu Işığı: VII.-XIII. Yüzyıllarda İslâm Sanatı, İstanbul: 2006

Louis Massignon, “İslâm San’atlarının Felsefesi”, Din ve Sanat, Hazırlayan: Burhan Toprak, İstanbul: 1937, s. 11-41

Markus Hattstein-Peter Delius, İslâm Sanatı ve Mimarisi, çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul: 2007

Mustafa Bektaşoğlu, Anadolu’da Türk İslâm Sanatı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara: 2009

Mustafa Büyükaşçı, “Kâbe Sembolizmi”, Sanat ve İnanç/1, MSGÜ Türk Sanatı Tarihi Uygulama ve Araştırma Merkezi Yayınları, Hazırlayan: Banu Mahir-Hâlenur Kâtiboğlu, İstanbul: 2004, s. 91-104

Nusret Çam, İslâmda Sanat Sanatta İslâm, Ankara: 1997

Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, 7. bs., İstanbul: 2005

Oleg Grabar, İslam Sanatının Oluşumu, çev. Nuran Yavuz, 4. bs., İstanbul: 2010

Oliver Leaman, İslam Estetiğine Giriş, çev. Nuh Yılmaz, İstanbul: 2010

Richard Ettinghausen, “The Man-Made Setting”, The World of Islam, ed. Bernard Lewis, London: 1980, pp. 57-72

Robert Hillenbrand, İslam Sanatı ve Mimarisi, çev. Çiğdem Kafescioğlu, İstanbul: 2007

Robert Irwin, Islamic Art, London: 1997

Selçuk Mülayim, İslam Sanatı, İSAM Yayınları, İstanbul: 2010

Seraceddin Şahin, Türk ve İslam Eserleri Müzesi: Emevilerden Osmanlılara 13 Asırlık İhtişam, İzmir: 2011

Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm Sanatı ve Mâneviyatı, çev. Ahmet Demirhan, İstanbul: 1992

Suut Kemal Yetkin, İslâm Sanatı Tarihi, Ankara: 1954

Titus Burckhardt, İslam Sanatı: Dil ve Anlam, çev. Turan Koç, 2. Baskı, İstanbul: 2013

Turan Koç, İslâm Estetiği, İSAM Yayınları, İstanbul: 2008

Turgut Cansever, Kubbeyi Yere Koymamak: Konuşmalar, İstanbul: 1997

Comments


bottom of page