top of page

Hakikat iddiası ve yöntem 2

İnsan bir elinde çekiçle putları yıkarken, diğer elinde alçısı hazır olandır.

· Metin Akar ·

Muhammed el-Gazzâlî Muhammad al-Ghazali
Rafaello Sanzio'nun Atina Okulu freskinden Platon (göğü işaret eden) ve Aristoteles (yeri işaret eden) detayı, 1511.

Ahmet Ergü’ye


“İmdi, eğer madde insanda, akılla sona eriyorsa; niçin insan aklının sonunda da size çözülemez bir problem gibi görünen şu Tanrı’nın sezgisine özgü üst diyarların ışığına geçilmesin? Böyle bir fikirle niçin tatmin olmayasınız? Altınızdaki türlerde dünyayı anlatacak akıl yok, ama sizde var; üstünüzde de sizinkinden daha ileri bir akla sahip türler neden olmasın?” [1]


I

Bir önceki yazıda şöyle bir öncüle ulaşmıştık: İnsan bir elinde çekiçle putları yıkarken, diğer elinde alçısı hazır olandır. Bu bölümde ise arayış yöntemine değineceğiz. Anlatabildiğim ölçüde tekrar edersem insanın hakikatle olan ilişkisinin ulaştığı nokta meşrulaştırıcı kaynakların reddi ve bu kaynakların; dışarıdan olamayacağı, insana müdahalede bulunamayacağı ve bireysellik ölçüsünce parçalanabileceğidir. İşte bu kırmızı çizginin bir tarafı. Peki öte tarafta ne var? Birebir karşılıkları mı yoksa daha farklı bir mekanizma mı işliyor? Bakalım…

İlkin bu kırmızı çizgileri bir analiz edelim, parçalarına ayıralım. Meşrulaştırıcı kaynakların reddi tam olarak neyi ifade ediyor? Tarihsel süreç için Türkçe literatürde hatırı sayılır bir derme oluşmuş durumda. Bu yüzden ben sonuca ilişkin bir analizin peşinden gideceğim.

“Gerçekliği arayan postmodern tekil, modern özneden farklı olarak, şeyleri adlandırmanın ve anlamlandırmanın temsili güçlerinden mahrumdur; çeşitli biçimler, tarzlar, türler ve gerçeklik düzeyleri arasında şaşkın dolaşan bir göçebe gibidir. Postmodern tekilin bu göçebeliği, bir yapı veya sistem yahut da, hiyerarşide olabilecek hiçbir nispet veya pozisyon tanımamaktadır.”[2] Kanaatime göre kişi dayanak noktası olmadan düşünemez. Peki “hiçbir nispet ve pozisyon tanımamaktadır.” iddiası aslında ifade ediyor? Çünkü ortada bir iddia var ve benim kanaatim bu iddianın tam zıddı yönünde. Bana göre insan eylemin ne olduğuna dair bilinçli bir analizden yoksun kalmıştır. Eylem nedensiz olamaz. Konumuz insan olması sebebiyle bu mümkün değildir. Çünkü dünya (doğa) ve toplum (ideoloji, eğitim, sivil toplum vb.) insan özüne ait bir şeyler değildir. Bir dünyada ve bir toplumda yaşamak ile bunlarsız yaşayamamak iki farklı şeydir. Dolayısıyla kişiye ait olmayan bir şey kişinin özünü oluşturmaz (Tıpkı hareketin nesnenin özüne ait olmaması gibi). Buraya kadar net olan şey buradan itibaren muğlak hale geliyor. Dünya ve toplum insanın özüne ait değildir ama insanı etkiler. Hatta bu etkinin olmaması mümkün değildir. Dayanak noktası işte burada yatar. Etki öze ait değilse ve hatta özün kendisi inşa ediliyorsa o zaman meşru bir zemine oturmadığı için dışarıda olan dünya ve toplumun meşrulaştırıcılığı sorgulanır hale gelir. Ancak iddiamız etkinin olmamasın mümkün olmadığı üzerineydi. O zaman inşa devreye girer ve ideal olan ortaya konulur. İnşa ise epistemolojik olduğu kadar ontolojiktir de. Ontolojiktir çünkü varlık zeminini benden alır, epistemolojiktir çünkü bilgi kaynağı benden ötesi değildir. İlk kırmızı çizgi burasıdır.

İkinci olarak dışarıdan olamayacağıdır ki bunu Platon ve Aristoteles üzerinden yapılan tartışmalarla Antik Yunan düşüncesine kadar götürebiliriz. Ancak biz yine sonuç üzerinden devam edelim. İlk kırmızı çizginin meşrulaştırıcılığı (!) benden alarak ortaya konulduysa burada dışarıdan gelen bilgi de sorgulanır hale gelir. Çünkü dışarı denilen şey her halükarda neyi kabul edersek edelim hem öze ait değil hem de inşa edilen şeyde zaten olmaması istenilen olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla kabullerimizden bağımsız olarak zaten amaç o olduğu için kendiliğinden kırmızı çizgi haline gelir.

Üçüncü olarak insana müdahalede bulunamayacağıdır ki bir sonraki maddeyle birlikte bu iki madde biraz daha günceli/yeniyi ifade ediyor. Bu yüzden bu maddeyi “bireysellik ölçüsünce parçalanabileceği” maddesiyle birlikte ele alacağım. İlk iki kırmızı çizgi zaten düşünce çizgisi olarak bu maddelere yol açacak niteliktedir. Çünkü hem meşrulaştırıcı yok hem de dışarıdan/yukarıdan bir bilgi yok ise o zaman müdahalede bulunulamayacağı ve birinin diğerine müdahalesi söz konusu edilemeyeceği için inşa bireysellik ölçüsünce parçalanır hale gelecektir. En azından genel çerçevede kırmızı çizgileri bu şekilde gösterebiliriz. Analiz bitti. Şimdi başlayabiliriz.


II

Buradan itibaren hakikatin dışarıdan verili olduğu, müdahaleci ve meşrulaştırıcı etkisinin yanı sıra inşasını farklı kurguladığı iddiasının düşünce çizgisi inceleyeceğim. Bu aynı zamanda karşılaştırmalı bir okuma olacak elbette.

İnsan gözlerini açtığında dışarı denilen şeyle karşı karşıya kalır. Buna reel dünya da denir. Gözlem bize birbirleriyle ilişkili iki şeyi gösterir. Bunlardan ilki mekandır ki nesneleri bu şey içinde görürüz. Mekan içinde ilk fark edilen değişimdir. İşte bu değişim bize zamanı gösterir. Yani bir yer var ve bu yerde akan (değişim/zaman) şey hareketle kendisini aşikar hale getirir. Buradan itibaren fizikle muhatap oluruz. İkinci olarak -hızlandırırsak işlemi- değişen şey içinde iki şey ararız. Bunları sabitlik üst başlığında değerlendiririz. İkisi de sabittir çünkü. İlk olarak olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi ararız. Bu sabitlerden ilkidir ki tartışmalara girmeden burada bunu ontolojik bir kategori olarak kabul edelim şimdilik. İkinci sabitlik ise bizatihi değişim içinde değişmeyen olarak kalan şeydir ki bu da bizi ilkelere götürür. Çünkü ilkeler sabit olmaz ise ne düşünür ne de eyleme katılabiliriz.[3] İlkeler üzerinden aşağıya doğru bir anlamlandırma hamlesine girişiriz. Örneğin “evrendeki her şey aslında bir şeydir.” önermesi yüklemine sorulan “o nedir?” sorusu aşağıya doğru yukarıdaki o şeye bakarak cevaplandırılır. Buradan itibaren kırmızı çizginin ilk kısmına giriş yapabiliriz.

Dünya denilen yer insan için her ne olursa olsun temelde bir yurttur. Ebedi olsun olmasın bir şekilde buradayız. Burada olmanın yanında ister evrimsel olsun ister dışarıdan verilsin bu dünyayı anlamak için elimizde iki kaynak var sadece. Bunlar duyu organlarımız ve akıl. Her halükarda bu iki kaynak bize yol göstericidir. Sorun bu iki kaynağın yol göstericiliğine inanacak mıyız? Ya da bu iki kaynağa mecbur muyuz? sorularındadır. Belki de Dostoyevski genellemekte haklıdır: “Tanrının yarattığı ne varsa muammadır zaten.”[4] Konuyu dağıtmadan burada devreye girmesi gereken başka bir kavrama değinmek gerekiyor ancak öncelikle şunu söyleyelim: Hala insanın sınırlarının ötesine dair bir şey konuşmadık. Dolayısıyla zeminimiz hala insandan kuvvet alıyor. Buradan itibaren biraz dışarı çıkalım. Yukarıda Balzac’tan yapılan alıntının bir benzerini Gazzâlî’den dinleyelim: “Ey akıl âlemine kapanıp kalan kişi! aklın ötesinde akla kapalı hususları [açıklayan] başka bir aşamanın (tavr) bulunması imkansız değildir; tıpkı ayırt etme ve duyumlanın ötesinde bir aşama olarak aklın bulunmayışının imkansız olmayışı gibi. [Zira] duyumlama ve ayırt etme [yetilerinin] yetersiz kaldığı durumda nice ilginç ve bilinmez şeyler akıl için âşikâr olur. O halde en yüksek kemâlin sana özgün olduğunu sanma.”[5]

Dışarı çıktığımız bu yerde bir had bildirme vardır ve yukarıda bahsettiğim kavram burada ortaya çıkmaktadır. İşte ilk kırmızı çizgi budur ki bunun adı gayb’dır. Gayb sözlükte gizlenmek, görünmemek, uzaklaşmak, gözden kaybolmak anlamlarına gelir.[6] “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun bilgisi dışında dalından bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki bir tek dâneyi, yaş ve kuru ne varsa her şeyi bilir. Bütün bunlar, gerçeği tüm netliği ile gösteren apaçık bir kitapta yer almaktadır.[7] İnsanın zemin olmaktan çıktığı yer burada yatar. Zira insan için aslında bir meşrulaştırma mekanizması kendine dönük değildir. Dolayısıyla insan ister kararlarını “....... milleti adına” ister “bilimsel aklın imkanı” sınırınca alsın tökezleyip kaldığı had/hudut vardır. Bütün meşrulaştırıcıların zemini hasara tam olarak buradan uğrar. Bu temel ilkedir. Zira ontolojik ve epistemolojik üstünlük buradan kurulur: “[...] din menşei itibariyle insânî epistemik evrenin (fizik ve metafiziğin) ötesi olan Gayb’la irtibatlı ontolojik bir zemine sahip, içeriği, Gayb’tan gelen haber yoluyla oluşan karakteriyle, her türlü beşerî temsil pratiklerini aşkın bir mahiyete sahiptir. Bu tespit, dinin kendisinin, dine ait tezahürlere indirgenemeyeceği, dolayısıyla da dinin, bilim ve felsefenin dine dair tezahürlerden hareketle ileri sürmüş oldukları din tanımlarını aşkın bir boyuta sahip olduğuna işaretledir.”[8]

Burada başlığın ikinci kısmına yani metot kısmına Gazzâlî üzerinden bir örnek vererek bitirmek istiyorum. Gazzâlî Tehafüt’ün 18. meselesinde Meşşâî filozofların ruhun gayri maddi olduğuna dair delil/kanıt getirmelerinde aciz olduğunu iddia eder. Ancak Gazzâlî diğer kitaplarında (mesela İhya’da) ruhun gayri maddi bir töz olduğuna dair benzer delillere başvurur. Şimdi burada çelişki var gibi duruyor. Ancak Gazzâlî açısından bu bilginin elde edilmesi problemin temelini oluşturur. Çünkü Nisa 85’te bizim ruh hakkında bilgimizin sınırlı olduğu bilgisi yer alır. Gazzâlî de ayet ve hadislere başvurulmadan yani dine dayanmaksızın bu bilginin kesinlik kazanamayacağını, bu bilginin gayba ait olduğundan ruhun gayri maddi olduğuna dair akli delillerin yeterli olamayacağını ifade eder. İşte hudut budur.


Devam edecek…


 

NOTLAR [1] Balzac, H. (2013). Séraphita. (İsmet B. Çev.). Jaguar . s.123. [2] Şentürk, R. (2011). Postmodern kaos ve sinema. Avrupa Yakası . s.127. [3] Doğayı mekanik olsun olmasın eylem halinde düşünelim. [4] Dostoyevski, F.M.(2019). Karamazov kardeşler (XIV. Baskı). (Nihal Y. T., Çev. ). Türkiye İş Bankası Kültür. s. 139. [5].Gazzâlî. (2018). Mişkâtü’l envâr (3.Baskı). (Mahmut K., Çev. ). Klasik. s. 63. [6] Çelebi, İ. (2023, 26 Ocak). “Gayb.” DİA (1996, XIII) içinde. Alındığı URL: https://islamansiklopedisi.org.tr/gayb [7] En’am, 59. [8] Küçükalp, K. (2022). Fizik, metafizik ve gayb ayrımı bağlamında dinin ontolojik statüsü tzerine bir teklif.” Teklif, 4, s. 96-97.

bottom of page